Soru-Cevap 1432 - 2011

[2011-12-01] :: Tüm peygamberlerin mi ictihatta bulunmaları caiz değildir yoksa bu sadece Mustafa [Sallallahu Aleyhi ve Sellem] için mi geçerlidir? Çünkü İbn-u Kesir’in Enbiya suresinin 78. ayetinin tefsirinde İbn-u Mesud ve İbn-u Abbas’tan, efendimiz Davud’un, çoban ile çobanın koyununun ekinini yediği ekin sahibi arasında koyunun ekin sahibine ait olduğuna hükmettiğini söylediklerini aktarmıştır. Sonra oğlu Süleyman ona, bu böyle değil ey Allah’ın nebisi demiştir. Ardından onlar hakkındaki hüküm şu şekilde açıklanır: Koyun sahipleri, eski haline gelinceye, yani koyun yemeden önceki haline gelinceye kadar araziyi ekecekler ve koyunu da ekin sahibi alacak ve sütünden de faydalanacaktır. Allahuteala’nın bu husustaki kavli şöyledir: فَفَهَّمْنَاهَا سُلَيْمَانَ “Böyelece bunu (bu fetvayı) Süleyman’a biz anlatmıştık.” [Enbiya 79] Öyleyse bu, efendimiz Davud’un içtihatta bulunduğu, efendimiz Süleyman’ın da onu düzelttiği anlamına gelmiyor mu?

 

OKU / İNDİR

[2011-11-24] :: Yöneticinin, İnsanların mallarına fiyat koymasının haram olduğunu biliyoruz. Çünkü Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem], şöyle buyurmuştur: إِنَّ اللَّهَ هُوَ الْخَالِقُ الْقَابِضُ الْبَاسِطُ الرَّازِقُ الْمُسَعِّرُ وَإِنِّي لارْجُو أَنْ أَلْقَى اللَّهَ وَلا يَطْلُبُنِي أَحَدٌ بِمَظْلَمَةٍ ظَلَمْتُهَا إِيَّاهُ فِي دَمٍ وَلا مَالٍ “Şüphesiz yaratan, (rızkı) daraltan, genişleten, rızk veren, alan ve fiyatı koyan Allah’tır. Ben istiyorum ki, hiç kimsenin ne mal ne de kanıyla ilgili olarak kendisine yapmış olduğum bir zulümden dolayı benden hak talep etmediği bir şekilde Allah’a varayım.” [Ahmed rivayet etti] Aynı şekilde Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur: مَنْ دَخَلَ فِي شَيْءٍ مِنْ أَسْعَارِ الْمُسْلِمِينَ لِيُغْلِيَهُ عَلَيْهِمْ فَإِنَّ حَقًّا عَلَى اللَّهِ تَبَارَكَ وَتَعَالَى أَنْ يُقْعِدَهُ بِعُظْمٍ مِنَ النَّارِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ “Kim Müslümanlara karşı fiyat arttırmak için onların fiyatlarından bir şeye müdahale ederse, o kimseyi kıyamet gününde bir ateş yığınına oturtmak Allah’ın üzerine hak olur.” [Ahmed rivayet etti] Soru şudur: Bölgedeki bazı tüccarlar, mesela pirinç tüccarlarının bir araya gelerek bu pirinci tüccarlara ve insanlara belirli bir fiyata satmak üzere uzlaşarak bir mala fiyat koysa, bu malın tüccarlar arasında ittifakla fiyatlandırılması haram sayılır mı? Yoksa haram olan devletin fiyat koyması olup tüccarların bir malın fiyatlandırılması üzerinde ittifak etmesi değil midir?

 

OKU / İNDİR

[2011-10-02] :: Hilafet Devleti’nin Cihazları kitabının 13. sayfasında şöyle bir ibare geçmektedir: “İslam’da Yönetim Nizamı, demokrasinin hakiki manası ile demokratik de değildir.” Sanki ibarede bir karışıklık var gibi… Zira “hakiki manası” şeklinde zikredilmesinin ne faydası var ki? Bu hususu açıklmamanızı rica ediyoruz. Allah sizi hayırla mükafatlandırdın.

 

OKU / İNDİR

[2011-10-01] :: Oturumların birinde dua konusu hakkında bir tartışma meydana geldi. Özellikle de Mefhumlar kitabının 64. sayfasında geçenler hakkında… Kitapta varit olanlar alındığında: Dua, sadece sevap talep etmek için midir? Yoksa onun, somut bir neticesi olabilir mi? İslamî fikrin uygulama metodu, duaya dahil değil midir dahası o, somut neticeleri gerçekleşen meddî eylemler midir? Bu amellerin, dua ile ilişkilendirilmesi İslam metoduna aykırı mıdır? Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’in şu hadisi ne anlama gelmektedir: مَا مِنْ مُسْلِمٍ يَدْعُو بِدَعْوَةٍ لَيْسَ فِيهَا إِثْمٌ، وَلا قَطِيعَةُ رَحِمٍ، إِلا أَعْطَاهُ اللَّهُ بِهَا إِحْدَى ثَلَاثٍ: إِمَّا أَنْ تُعَجَّلَ لَهُ دَعْوَتُهُ، وَإِمَّا أَنْ يَدَّخِرَهَا لَهُ فِي الآخِرَةِ، وَإِمَّا أَنْ يَصْرِفَ عَنْهُ مِنَ السُّوءِ مِثْلَهَا قَالُوا: إِذًا نُكْثِرُ، قَالَ: «اللَّهُ أَكْثَرُ “Herhangi bir Müslüman Allah’a, günahı içermeyen veya sılayı rahmi kesmekle ilgili olmayan bir dua ederse Allah ona, şu üç şeyden birini verir: Ya ona istediği şeyi hemen verir veya (mükafatını) ahirette (vermek) için saklar veya da yaptığı dua kadarıyla başına gelecek kötülüğü ondan uzaklaştırır.” Dediler ki; o zaman biz, çok (dua) ederiz. Buyurdu ki: اللَّهُ أَكْثَرُ “(Allah’ın rahmet hazinesi) daha çoktur.” Yani burada, Allah’ın dua edenin ihtiyacını dünyada iken hemen gerçekleştirebileceği şeklinde duadan dolayı meydana gelen somut neticeler yok mudur? Ayrıca Allah, Âyet-i Kerime’de darda kalan bir kişi dua ettiğinde onun duasına icabet edeceğini söyleyerek kullarına ihsanda bulunmaktadır: أَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ إِذَا دَعَاهُ “(Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren mi?” [Neml 62] Bu hususu açıklamanızı rica ediyoruz. Allah sizi hayırla mükafatlandırsın?

 

OKU / İNDİR

[2011-09-24] :: Kitaplarımızda: insanın temel ihtiyaçlarının, yemek, giymek ve mesken gibi üç olduğu geçmektedir. O halde aşağıda geçenler dikkate alındığında aynı şekilde tedavinin de insanın temel ihtiyaçlarından olduğunu söylememiz caiz olur mu?: Bazı tehlikeli hastalıklar vardır ki tedavi edilmediği zaman bu, bedene büyük bir zarar verebilmektedir. Bu ise şu zarar kaidesine göre caiz değildir: لا ضرر ولا ضرار “Zarar vermekte yoktur. Zarar görmekte yoktur…” Soru şudur: Hastalığın, ağır ve hafif olmak üzere iki çeşit olduğunu söylememiz caiz olur mu? Soğuk algınlığı, burun akıntısı, baş ağrısı…. ve benzerleri gibi hafif hastalıkların tedavisi menduptur ve beyin ve kalp ameliyatı, grip, bacak kırılması… ve benzeri gibi ağır hastalıkların tedavisi farzdır gibi…?

 

OKU / İNDİR

[2011-09-20] :: Menhac kitabının 53. sayfasında şöyle geçmektedir: “Şüphesiz İslam’a dönük bir kamuoyunun oluşması, İslam’ın ümmetin kurtuluş ümidi haline gelmesi, Hilafet konuşulmazken herkes tarafından konuşulmaya başlaması, Hilafet’in ikamesi ve Allah’ın inzal ettikleriyle yönetimin geri gelmesinin tüm Müslümanların umudu haline gelmesi Allah’ın bizlere ve insanlara bir fazlıdır.” Burada kamuoyundan bahsedilmiş ama genel uyanıklıktan bahsedilmemiştir. Bunun bir nedeni var mıdır? Yine metodun ikinci merhalesi tartışılırken kitabın 45. sayfasında şöyle geçmektedir: “Ümmet nezdinde genel bir uyanıklık oluşturmak ve onunla kaynaşmak için… ümmetin genelini, hizbin benimsediği İslam fikirleri ve hükümleriyle toplu olarak kültürlendirmek…” Yani genel bir uyanıklığı şart koşarken kamuoyundan bahsetmemektedir…?! Neden böyle bir farklılık vardır? Sonra, “genel uyanıklığın” manası nedir? Mesela Hilafet’e dönük genel bir uyanıklık nasıl olacak?

 

OKU / İNDİR

[2011-09-01] :: Anayasa Mukaddimesi kitabının ikinci bölümünün 20. sayfasının 26. satırında aşağıdaki şekilde geçmektedir: Fakat kafir bir kimse, haracî bir araziye sahip olursa ona harac düşer, öşrî bir araziye sahip olursa ona öşür değil harac düşer. Çünkü araziyi işlevinden yoksun bırakmak doğru olmaz ve kafir de öşür ehlinden olmadığından dolayı harac belirlenir.” Yine aynı fikir, Maliye kitabının 48. sayfasında başka ifadelerle geçmektedir ki oda şöyledir: “Çünkü ister öşür isterse harac olsun araziyi işlevinden yoksun bırakmak doğru olmaz.” Soru şudur: “Çünkü ister öşür isterse harac olsun araziyi işlevinden yoksun bırakmak doğru olmaz.” Şeklindeki bu ibare, öşrî bir araziye sahip olan kafire haracın farz olduğuyla ilgili hükmün talili olarak gelmiştir. Ancak bu illete nasıl delil getirildiği açıklanmamıştır. Dolayısıyla illetin şeri olması gerektiği için ya sarahatan ya delaleten ya insitinbaten yada kıyasen şeri naslarda varit olması gerekmektedir. Bu illetin delili nedir? Bu illet sabit olsa bile başka bir soru daha varit olmaktadır ki oda şudur; öşrün, sadece Müslümana farz olan bir zekat olup zekatı alınan malları açıklayan hükümleri biliyoruz. Yine bir Müslümanın sahip olduğu öşrî arazinin, salatalık, şeftali, zeytin ve benzerleri gibi zekatı farz olmayan ürün türlerinin ekilmesi halinde ise bunların hem öşrünün hem de haracının verilmediğini de biliyoruz. Ancak bu durumda arazi işlevinden yoksun bırakılmaktadır. O halde salatalık ve zeytinin zekat sınıflarından olmadığını ve arazinin işlevinden yoksun bırakmanın doğru olmamasından dolayı da harac ödenmesi gerektiğini söyleyebilir miyiz?

 

OKU / İNDİR

[2011-08-10] :: Ben Finlandiya’da yaşayan şebabtan birisiyim. Bizim buradaki iftar vakitleri hususunda sormak istiyorum. Zira güneş kaybolsa da burada, “gece karanlığı” oluşmamakta ve günbatımının uzak olmasından dolayı da alacakaranlık gibi kalmaya devam etmektedir. Benim Finlandiya’nın Kuzeyi’ndeki uzak bir bölgede, yani başkent Helsinki’ye 800 km. uzak olan bir bölgede yaşadığım ve burada Müslümanlardan çok az bir gurubun olduğu da bilinmelidir. O halde (“gün batımının” akşam yaklaşık 11 sularında olduğu dikkate alındığında) günbatımı vaktinin az çok bilinmesiyle birlikte fecir anındaki imsak vakitlerini nasıl taktir edeceğiz? Fecre gelince; bilinen manadaki “gecenin” olmaması dikkate alındığında onun vaktini belirlemek çok zordur. Peki o zaman bizim, ramazan orucunu başka bir zamanda tutmamız sahih olur mu? İmsak [fecir] için belirlenmiş olan zamanın bulunmaması, [حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الأَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الأَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ “Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayrılıncaya kadar… [Bakara 187] ayetine göre] orucun sıhhatini etkiler mi? Yoksa benin başkent Helsinki’deki cami vakitlerini mi takip etmem gerekir?

 

OKU / İNDİR

[2011-07-24] :: İdeal Ekonomi Politikası kitabının [Arapça metninin] 105. sayfasının beşinci satırında şu metin geçmektedir: Dâr-ul Harp açısından olana gelince; İster Müslüman isterse de gayrimüslim olsun İslam tabiiyetini taşımayan herkes yabancı olup Müslümanın kanının ve malının haram olması dışında bunlarla hükmen harbî muamelesiyle muamele edilir. Mal ve diğer hükümlerle ilgili hükümlere gelince; bu kişiye, gayrimüslimle eşit olarak muamele edilir. Dolayısıyla nafaka hakkına sahip değildir, devletin rayesinden birine miras bırakamaz ve varis de olamaz. Soru şudur: Dâr, öldürme, kölelik ve din farkı gibi mirasın engellerinden (manilerinden) midir? O halde farz edelim ki Müslüman bir adam Dâr-ul Küfür de yaşıyor ve onun babası da Dâr-ul İslam da yaşıyor ve babası da vefat etti. Peki bu kişinin babasına varis olamayacağının delili nedir? Yani Resul [Sallallahu Aleyhi ve Sellem]’in; إن الله أعطى كل ذي حق حقه “Allah, her hak sahibinin hakkını vermiştir” kavline binaen bu malı hak ediyor mu yoksa hak etmiyor mu?

 

OKU / İNDİR

[2011-03-31] :: Soru: 1- Şahsiye Kitabının 3. cüzünün 154. sayfasının 7. satırında şöyle geçmektedir: "Arapların mutlak olarak bir mana için koymadığı ve şeriatın gelerek muayyen bir mana için koyduğu isimler vardır. Yine Arapların, manalarını önceden bilmediği isimler vardır." Soru şudur: Bu tür isimlere dair örnek var mıdır? 2- Şahsiye Kitabının 3. cüzünün 141. sayfasının sondan 1. satırında şöyle geçmektedir: "Hayatın sırrı, Allah ile olan bağı idrak etmek ve Cebrail için kullanılan ruh lafzı gibi." Soru şudur: Hayatın sırrının lügat manada, Allah ile olan bağın idrak edilmesinin ıstılahî, yani özel örfî manada, Cebrail'in şeri manada ve müşterekin de bir çok manası olan tek bir lafız olmasından dolayı müşterek için örnek olmaya uygun mudur?

 

OKU / İNDİR

[2011-03-26] :: Soru-1: Şahsiye Kitabının 3. cüzünün 106. sayfasındaki "Aleyhi's Selam'ın Sükut Etmesi" konusunda şöyle geçmektedir: "Bir kimse, Nebi Aleyhi's Selam'ın önünde veya döneminde onun bildiği ve karşı çıkmaya muktedir olduğu bir fiil işlese o da buna sükut etse…" Bir sonraki sayfada ise şöyle geçmektedir: "Resulün, buna karşı çıkmaya muktedir olması…" Bu kaydın, yani "Resulün, buna karşı çıkmaya muktedir olması" şeklindeki bir kaydın Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'in hayatında fiili bir vakası var mıdır? Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], risaleti tebliğ etmeye, daima münkere karşı çıkmaya ve gerektiğinde açıklama yapmaya muktedir olduğu halde herhangi bir vakitte bu fiile karşı çıkmaya muktedir olmaması düşünülebilinir mi? Bunu açıklamanızı rica ediyoruz.

Soru-2: Alimler, besmelinin Fatiha veya diğer surelerden bir ayet sayılması hakkkında ihtilaf ettiler. Bazıları, tevatür olmaması gerekçesiyle buna karşı çıkarlarken bazıları, Mushaf'ta yazılı olarak geçtiği gerekçesiyle kabul ettiler ve bir takım hadisleri bu görüşlerine delil getirdiler. Bu meselede sahih olan hangi görüştür? Bu gibi bir meselede ihtilaf olması caiz midir? Allah, sizleri mübarek kılsın.

 

OKU / İNDİR

[2011-03-25] :: Soru: Filistin'deki Temîm el-Dârî vakfı ve başka yerlerdeki vakıflar gibi vakfa intikal eden ve aslî niteliği haracî arazi olan bir arazi için harac ödenir mi?

 

OKU / İNDİR

[2011-03-20] :: Soru-1: İktisat Nizamı Kitabının 89. sayfasının sondan 3. satırında şöyle geçmektedir: "Çünkü icaranın, bilinen olması lazımdır. Bazı işlerde süreyi belirtmemek işi meçhul kılar. İcara meçhul olunca caiz olmaz." Yine aynı kitabın 90. sayfasının 7. satırında şöyle geçmektedir: "Cehaleti kaldırmak için müddeti zikretmek zaruret olduğu zaman bu müddetin dakika, saat, hafta, ay veya sene olarak belirlenmesi gerekir." Yine aynı kitabın 91. sayfasının 8. satırında şöyle geçmektedir: "Özet olarak icaranın, bilinmezliği ortadan kaldıracak şekilde bilinen bir yapıda olması gereklidir. Çünkü bütün sözleşmelerde, ücret üzerinde ittifakın olması temel esastır. Ücret üzerinde ittifak sağlanmadan işçiyi çalıştırmak mekruhtur." Soru Şudur: Buradaki [يجب] "gerekir" kelimesi, teklif hükümlerinde bilinen ve terk edeni günahkar yapan farz anlamındaki vacip anlamına mı gelmektedir? Şayet böyleyse 91. sayfasının 10. satırında neden "ücret üzerinde ittifak sağlanmadan işçiyi çalıştırmak mekruhtur" denilmiştir? O halde önceki metindeki [يجب] "gerekir" kelimesi ile son metindeki [يكره] "mekruhtur" kelimesinin arasını nasıl örtüştürürüz? Bütün nasslar, cehalet/belirsizlik üzerine olan sözleşmenin/akdin, caiz olmayacağını belirtmektedir. Sözleşme/akit, ücretin belirtilmemesinden dolayı fasit olduğunda ecr-i misil gerekir. Fasit akit, fesat düzeltilinceye kadar kişiyi günahkar yaparken kerahette günah olmadığını söylemekteyiz. O halde ücret belirtilmediğinde akdi ifsat edeceğinden kişi, nasıl olur da önce mekruh sonra da günah işlemiş oluyor? Bunun izah edilmesini rica ediyorum. Allah, sizi mübarek kılsın.

Soru-2: Şeri hakikat ile şeri mana arasında bir fark var mıdır? Bu hususta kafamız karıştı. Zira şebabtan biri, aylık halakada şöyle dedi: Şeri hakikat: Lügat manasının, salah kelimesi gibi aslından farklı yeni bir manaya nakledilmesidir. Şeri mana: Lügat manasının aynısının kullanılması ve buna bir kayıt veya sınırlama getirilmesidir. Kıble kelimesi gibi. Bu doğru mudur? Eğer bir fark varsa aşağıdaki hususların açıklanmasını rica ediyorum: a- İktisat Nizamı Kitabının 222. sayfasındaki israf ve tebzir konusunda şöyle geçmektedir: "İsrafın manasına gelince; malın Allah'ın yasakladığı yerlerde harcanmasıdır." Şebabtan biri, bunun şeri mana olup şeri hakikat olmadığını söyledi. b- et-Teysîr Fî Ahvali't Tefsîr Kitabının 190. sayfasında [مَا وَلاَّهُمْ عَن قِبْلَتِهِمُ] "Yönelmekte oldukları kıbleden onları çeviren nedir?" ayetinin tefsirinde şöyle geçmektedir: Ayetteki [قِبْلَتِهِمُ] kelimesinin tefsirindeki kıblenin, müveceheden gelen veche gibi mukabeleden gelen bir fiil olduğu söylenmiştir. Şeri bir manası olmuştur ki o, Müslümanın salahta yöneldiği cihettir. Bu, şeri hakikat olarak değil şeri mana olarak isimlendirilir. c- Şahsiye Kitabının 3. cüzündeki şeri hakikat bahsine baktığımızda bir fark olduğunu göremedik. Şayet şeri hakikat ile şeri mana arasında bir fark varsa bizi bilgilendiriniz. Allah, sizleri mübarek kılsın.

Soru-3: Kitleleşme Kitabında "Felsefe" ıstılahı geçmiştir. Bundan felsefe ile kastedilenin İslam fikri olduğunu anlıyoruz. Ancak hizb, içeriğine rağmen neden bu ıstılahın kullanımına başvurmuştur. Ortaya çıkabilecek itirazları savuşturmak amacıyla başka bir ıstılah veya fikir gibi başka bir kelime kullanılamaz mıydı? Çünkü hizb, kitaplarının birçok yerinde filozofları eleştirmiştir.

 

OKU / İNDİR

[2011-03-15] :: Soru-1: İktisat Nizamı Kitabının 297. sayfasının on dördüncü satırında şöyle geçmektedir: "Bir adamın sağlam bir dinar ile tam saf olmayan iki dinarı satın alması caiz olmaz." Yine aynı kitabın 318. sayfasının sondan on birinci satırında şöyle geçmektedir: "Bu durumda değişim (kur) fiyatı, her iki devletin paralarının saf altın fiyatlarının birbirine göre olan oranı ile oluşur." Birinci durumda geçen metinden ve akabindeki izahattan saf olmayan iki dinarın sağlam bir dinarla değiştirmenin caiz olmadığını anladım. Saf olmayan iki dinardaki toplam saf altının, sağlam dinardaki saf altın ağırlığına eşit olabileceği unutulmamalıdır. Binaenaleyh ben bundan şunu anladım ki mesela 24 ayar altın 21 ayar altınla değiştirildiğinde her iki ayardaki saf altın oranı farklı olmasına rağmen değişim bire bir olmalıdır. Ancak ikinci durumda geçenler, değişimin ilk durumda anladığım gibi bire bir değil saf altın ağırlığı oranında olacağını açıkça belirtmektedir. O halde bu iki anlayıştan hangisi doğrudur? İki durumda geçenlerin arasını nasıl örtüştürürüz? Yani kur işleminde muteber olan nedir? İçerisindeki saf altın ağırlığı göz önünde bulundurulmaksızın her iki külçenin ağırlığı mıdır yoksa her iki külçedeki saf altın ağırlığı mıdır? 297. sayfada sağlam bir dinarın saf olmayan iki dinarla değiştirilmesinin caiz olmadığına Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in, bir ölçek kaliteli hurmanın iki ölçek kalitesiz hurma ile değiştirilmesine karşı çıkmasının delil getirilmesi dikkatimi çekti. Hurmanın hurma ile değiştirilmesinin bir alış-veriş olduğu, sağlam dinarın saf olmayan dinar ile değiştirilmesinin ise bir sarf/mübadele olduğu unutulmamalıdır. Ayrıca kaliteli hurma ve kalitesiz hurmanın her ikisi de hiçbir şeyin karışmadığı birer saf hurmadır. Oysa saf olmayan altın, kusurların karıştığı saf olmayan bir altındır. Ben burada iki vakıanın, birbirine delil getirilemeyecek şekilde farklı olduğu görüşündeyim. Son tahlilde farklı iki ayardaki altınlar birbiriyle değiştirildiğinde mübadele, ayarlarına bakılmaksızın bire bir mi olur yoksa önemli olan her ikisindeki saf altın ağırlığının eşit olması mıdır? Zira ayarların farklı olması, her iki külçedeki saf altın oranının farklı olmasının kaçınılmaz olması demektir.

Soru-2: Maliye Kitabının 230. sayfasının üçüncü paragrafında şöyle geçmiştir: "Bu türden kağıt paralar, üzerinde yazıl nominal değerin altın yada gümüş olarak karşılanan kısmı naibe kağıt para sayılır… Eğer 40 dinara ulaşmıyorsa zekat vermek gerekmez." Soru şudur: Kısmi karşılığı olan naibe kağıt para olması itibarıyla vesika kağıt paralara, karşılığının vakıasına göre altın veya gümüşün zekatı gibi zekatı verilmelidir şeklinde bakmak mümkün müdür? Karşılığı olmayan kısmına da nakit ve değer illeti tahakkuk etmesi bakımından zorunlu kağıt paraların vakıası intibak eder ki bu husustaki durumu, zorunlu kağıt paraların durumu gibidir. Dolayısıyla bu kısmı da altın ve gümüş nakdine zekatı vacip kılan hadislerin kapsamına girer.

 

OKU / İNDİR

[2011-03-12] :: Soru: Kur'an'ı, [لَيْسَ مِنَّا مَنْ لَمْ يَتَغَنَّ بِالْقُرْآنِ] "Kur'an'ı makamla okumayan bizden değildir" hadisini delil getirerek "makam" tarzıyla okumak caiz midir? Kur'an'ı makam tarzıyla okuyanların birinden bu hadisin aksi olan başka bir hadisin, yani [ليس منا من تغنى بالقرآن] "Kur'an'ı makamla okuyan bizden değildir" hadisinin olduğunu duydum. Binaenaleyh bana, bu iki hadisin arasını cemetmenin kerahete delalet ettiği şeklinde bir cevap verdi. Bu doğru mudur?

 

OKU / İNDİR

[2011-03-12] :: Soru: Boşanma işlemleri tamamlandıktan sonra kadının mihrinin tam olarak verilmesi gerektiği bilinmektedir. Mihrin yanı sıra evlilik sırasında hediye edilen ziynet, altın ve mücevheratın –ki bunların mihrin bir parçası olmadığı bilinmektedir- verilmesi de gerekir mi? Yoksa mihrin verilmesi yeterli olup bunun dışında şeran başka bir şeye hakkı yok mudur? Evlilik sırasında eşlerin akrabalarının verdiği "altın ve benzeri" hediyeler, erkeğin mi karının mı yoksa her ikisinin mi mülküdür? Dolayısıyla boşanma gerçekleştiğinde kadına bunların hepsi mi yoksa bir kısmı mı verilmesi gerekir?

 

OKU / İNDİR

[2011-03-09] :: Soru: Anayasa Mukaddimesi Kitabının 2. cüzünün 147. sayfasının altıncı satırında şöyle geçmiştir: Allahuteala'nın şu kavline gelince; وَآتُواْ حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِ "Hasat günü de hakkını verin." [el-Enâm 141] Bu ayette zekat varit olmamıştır. Çünkü bu ayet Mekke'de inmiştir ve zekat Medine'de farz kılınmıştır. Bundan dolayı öşür olmadığı halde narı zikretmiştir." Yine Maliye Kitabının 213. sayfasının ilk satırında "Ekin ve Meyvelerin Zekatı Kitap ve Sünnetle Farzdır" başlığından sonra şöyle geçmiştir: Kitaba gelince; Allahuteala'nın şu kavlidir: وَآتُواْ حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِ "Hasat günü de hakkını verin." [el-Enâm 141] Soru şudur: Anayasa Mukaddimesi'nde geçtiği üzere içerisinde zekat varit olmadığını söylememizin bilinmesine rağmen bu ayeti, zekatın vacipliğine nasıl delil getirebiliyoruz? Yani bu ayeti, ekinin ve meyvenin zekatının vacipliğine nasıl delil kılabiliyoruz? O halde bunun hakkında tashîh yayınlanması gerekmez mi?

 

OKU / İNDİR

[2011-03-09] :: Soru: Şahsiyye Kitabının 3. cüzünün 165. sayfasının en alttan 3. satırında şu ifade geçmiştir: "Müştereke gelince; Salât gibi. Zira salât, hem öğle namazı gibi rükünlerine şâmil olan salâta hem de cenâze namazı gibi rükû’ ve secdeden hâlî olan salâta karşılık kullanılır…" Sanki bu, kitabın 141. sayfasında şerhi geçen "müşterek" lafzının tanımından farklı gibi ve bu örneğin müşterekten ziyade müşekkek lafzına daha yakın olduğu görülmektedir. Bu durumun açıklanmasını rica ediyorum. Allah sizi hayırla mükafatlandırsın.

 

OKU / İNDİR

[2011-03-06] :: Soru: Mecusiler hakkındaki bir hadiste, Ömer İbn-ul Hattab'ın Mecusileri hatırlayınca onların durumu hakkında ne yapacağını bilmediğini söylediği ve Abdurrahman İbn-u Avf'ın, Resul [SallAllahu Aleyhi ve Sellem]'i şöyle derken işittiğime şahitlik ederim dediği geçmiştir: سُنُّوا بِهِمْ سُنَّةَ أَهْلِ الْكِتَابِ "Onlara Ehl-i Kitaba uyguladığınızı uygulayın." Alimler, bu hadisi sadece kanların korunması karşılığında cizye alınmasına hamlettiler. O halde "onların kadınlarıyla evlenilmez ve kestikleri yenilmez" konusunu bu hadise eklemek doğru olur mu? Yoksa bu bir içtihat ve nassa dair bir anlayış mıdır?

 

OKU / İNDİR

[2011-03-02] :: Soru: Maliye Kitabının 44. sayfasında şu hadis geçmektedir: لم تحل الغنائم لأحد سود الرؤوس من قبلكم... "Ganimetler sizden önce hiçbir başı siyaha helal kılınmadı." Hadiste geçen [سود الرؤوس] "başı siyah" kelimesiyle kastedilen nedir?

 

OKU / İNDİR

[2011-02-21] :: Soru: İslam'da İktisat Nizamı Kitabının 260. sayfasında devletin bütçesi konusunda (bütçe) kelimesi geçmektedir. Yine Anayasa Mukaddimesi Kitabının 2. cüzünün 170. sayfasında (bütçe ve muvazene) kelimeleri geçmektedir. Ayrıca Hilafet Devletinde Maliye Kitabının 33. sayfasında Beyt-ul Mâl'in Divanları konusunda (genel muvazene) kelimesi geçmektedir. Hesapların kontrolü mesleğinde çalışan bir kişi olmamdan ve bu ıstılahların kullanılması uzmanlığımın bir parçası olmasından dolayı bana göre, bu iki ıstılahın kullanımının farklı olmasına rağmen tek bir şeymiş gibi iç içe geçmesi uygun değildir. Bundan dolayı bu iki ıstılahın kullanım keyfiyetinin tekrar gözden geçirilmesini rica ediyorum. Zira muvazene, devletin gelirlerine ve harcamalarına dair gelecekteki planı ve gelirlerinin yeterliliği ile harcama yapacağı yerler bakımından bunlara yönelik beklentileridir. Bütçe ise geçen bir sene veya geçen belirli malî dönem içerisindeki gelirler, giderler ve ödenekler gibi devletin malî işlemlerini açıklayan malî rapordur. Yani diğer bir ifadeyle geçen dönem içerisinde meydana gelen malî hareketlerin özetidir. Dolayısıyla birincisi gelecekteki bir planlamadan bahsederken ikincisi, tarihsel bir özetten bahsetmektedir. İktisat Nizamı Kitabında bütçe kelimesi geçmekte ve muvazeneden bahsedilmekte, Anayasa Mukaddimesi Kitabında, muvazene konusu açıklanmasına rağmen muvazene ve bütçeden aynı manada bahsedilmekte ve Maliye Kitabında, muvazeneye muvazene sıfatıyla işaret edilmektedir. Ayrıca İktisat Nizamı Kitabının 261. sayfasında -bütçe lafzıyla zikredilen- muvazene konusu açıklanırken görünürde Anayasa Mukaddimesi Kitabının 171. sayfasında ortaya çıkan sonucun aksi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Zira İktisat Nizamı Kitabının 262. sayfasında şöyle geçmektedir: "Bu açıklamalardan da anlaşılıyor ki demokratik devletlerde olduğu gibi İslam'da yıllık bütçe hazırlanmasına gerek yoktur. Ne bütçenin geneli ne bölümleri ne de bölümlerin detayları ve miktarları için senelik bütçe hazırlanmasına gerek vardır. Nitekim bütçenin gelir ve giderlerine dair genel bölümlerini şeriat belirlemiş, onun bölümlerini, detaylarını ve gereken meblağları belirleme işlerini de Halifeye bırakmıştır." Anayasa Mukaddimesi Kitabında şöyle geçmektedir: "Madem ki Halifenin kendi görüşüne ve içtihadına göre gelirlerin kısımlarını, her kısma konulacak meblağları, harcamaların kısımlarını ve her kısma ait meblağları belirleme hakkı vardır o halde gerek kısımları gerekse gelirler yada harcamalar için olsun her kısma ait meblağlarıyla devlet için yıllık bir bütçenin belirlenmesinde bir mania yoktur. Yasak olan şey gelirleri ve harcamalarıyla bütçenin bölümleri için yıllık bir bütçenin belirlenmesidir. Çünkü bunları şeri hükümler belirlemiştir. Dolayısıyla bunlar daimidir." Bu çelişkiyi açıklamanızı rica ediyorum. Allah sizi hayırla mükafatlandırsın.

 

OKU / İNDİR

[2011-02-06] :: Soru-1: İslam Nizamı Kitabında şöyle geçmiştir: "Aklî ameliye, vakıanın duyu organları yoluyla beyne nakledilmesi ve vakıanın, vasıtası ile yorumlanabileceği öncül bilgilerin bulunmasıdır." Allame Şeyh en-Nebhani [Rahimahullah], bu ameliyenin gerçekleşmesinde öncül bilgilerin bulunmasının önemini net bir şekilde açıklamıştır. Ancak insanın bilgi elde edebilmesi için bir alıcıya sahip olması ve bu alıcının da işitme veya görme olması kaçınılmazdır. Dokunma, koklama ve tatma gibi diğer organların bu görevi yerine getirmesi imkansızdır… Doğuştan kör veya sağır olan bir çocuğun, herhangi bir bilgi edinmesi imkansızdır. Dolayısıyla diğer duyu organları sağlıklı olmasına rağmen onda aklî ameliye gerçekleşmez ve fikir ortaya çıkmaz. Soru şudur: Doğuştan görme ve işitme nimetinden mahrum olan herkes mükellef değil midir? Şayet cevap: "Hayırsa", Allah Azze ve Celle'nin şu kavli ne demektir: صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لا يَعْقِلونَ "Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler ve onlar, akıl da etmezler."

Soru-2: Halifenin benimsemesinin hilafına olan kâdinin hükmü, hükmün bozulmasını gerektirir mi? Şayet böyleyse bu hal, Anayasa Mukaddimesi'nin 1. cüzünün 83. maddesinde geçen hükmü bozan üç halle birlikte neden zikredilmemiştir?

 

OKU / İNDİR

[2011-01-26] :: Soru: a- İnsanlar, belli nedenlerden dolayı kan bankalarına kan bağışında bulunuyorlar. Kan bankaları da bu kanları test ediliyorlar ve temizse başka hastalarda kullanıyorlar. Kirli olup hepatit ve aids gibi virüsler taşıyorsa bu hastalıklı kanlar imha ediliyor. Şu anda bizler, laboratuarlarımızda deneyler yapmak için bu kirli kanlara ihtiyaç duyuyoruz. Kan bankalarından bu kanları ücretsiz olarak almamız ve bunlar üzerinde deneyler yapmamız sonra da bunlardan arta kalanları hiçbir kimseye ve çevreye zarar vermeyecek şekilde sağlıklı olarak imha etmemiz caiz midir?

b- Bazı zamanlar kan içerisindeki virüsleri mali açıdan külfetli ve karmaşık bilimsel yöntemlerle ayrıştırıyoruz. Böylece tamamen saf virüsler elde ederek bunların bir kısmını reaktiflerin üretiminde bilimsel araştırmaları geliştirmek için laboratuarlarımızda kullanıyoruz ve geri kalan kısmını başka laboratuarlara satıyoruz. Saf virüs elde edemememiz durumunda ise başka laboratuarlardan saf virüs alıyoruz. Bu amaçla bu virüsleri almak ve satmak caiz midir?

 

OKU / İNDİR

[2011-01-23] :: Soru-1: Kumar salonu veya demokratik bir partinin binası gibi tamamen haram bir işte kullanılacak veya içerisinde disko ve gece kulübü olan otel binası veya demokratik bir partinin parti binasının dış cephesine kazınmış sloganlarına odaklanan özel aydınlatma spot lambalarının döşenmesi gibi bir kısmı haram bir işte kullanılacak olan bir binanın inşasında çalışmak caiz midir?

Soru-2: Bilindiği üzere şeri ukubatlar, caydırmadan ve (ahiretteki cezaları) kaldırmaktan ibarettir. Zira insanların haram olan fiilleri veya cürümleri işlemelerini engellemesinden dolayı birer caydırıcıdır. Keza ahiret cezasını düşürmesinden dolayı da birer kaldırıcıdır. Zira İslam Devleti'nin bu dünyadaki cezalandırması ile Müslümanın ahiretteki cezası düşmektedir. Şimdi soru şudur: Haram bir fiil veya cürüm işleyen sonra İslam Devleti tarafından cezalandırılan ancak bu fiilinde ısrar eden, yani zina edip celdedildiği halde Allah'a tövbe etmeyen kimse gibi bu haram fiilinden dolayı Allah'a tövbe etmeyen kişinin durumu nedir? Tövbe etmemesine rağmen bu celd cezası onun üzerinden ahiret cezasını kaldırır mı? Yani ahiret cezasının kalkması için işlediği haram fiilden dolayı tövbe etmesi şart mıdır? Yada tövbe etmese dahi tek başına devletin bu dünyadaki cezalandırması ahiret cezasının kalkması için yeterli midir? Yoksa devletin cezalandırması, sadece işlediği haram fiille ilgili ahiret cezasını kaldırır ve ahirette haramda ısrar etmesi ve ondan tövbe etmemesi ile ilgili başka bir ceza ile cezalandırılır mı? Yani işlediği zina fiilinden değil de zina etmekten tövbe etmemesinden dolayı ahirette cezalandırılır mı?

Soru-3: Akil baliğ olmayan bir çocuk veya sabiye akıl baliğ bir insan için kullandığımız manada akleden bir kimsedir diyebilir miyiz? Yani akıl baliğ olmamış bir çocuğun veya sabinin, aynen büyüklerin durumunda olduğu gibi eşyayı akletmesi ve meselelerle ilişkilendirmesi mümkün müdür? Diğer bir ifadeyle akil baliğ olmamış bir çocuğun veya sabinin, seçkin bir şahsiyete dolayısıyla İslami bir şahsiyete sahip olması mümkün müdür? Yada şahsiyet, sadece akil baliğ ve akleden bir insanda oluşup akil baliğ olmayan bir kimsede mütekamil seçkin bir şahsiyetin oluşması imkansız mıdır? Çocukta akliyet ve nefsiyet olarak seçkin bir şahsiyetin oluşması mümkünse bu durum ile "aklın teklifin menatı" olması arasında bir ilişki var mıdır? Yani akil baliğ olmayan bu çocuk veya sabi, akil baliğ olan kimselerin durumunda olduğu gibi eşya hakkında hüküm vermeye muktedir biri olmasına rağmen şeri hükümlerle mükellef değildir. O halde niçin teklifin menatı akıl diyoruz da "teklifin menatı baliğ olmak ve akıldır" demiyoruz?

 

OKU / İNDİR