Basında Hizb-ut Tahrir Haberleri |
Nisan 2007 Orta Asya'da İslami Hareketliliğin Farklı Yüzleri Yrd. Doç. Dr. Turgut DEMİRTEPE, USAK Orta Asya Uzmanı
Sovyet döneminde gerek düşünsel açıdan İslam’ı hedefleyen ateizm ve diyalektik materyalizm propagandası, gerekse pratik açısından İslami yaşam tarzına yönelik baskı politikaları önemli ölçüde başarıya ulaşmıştır. Din hakkındaki bilgi kaynaklarına ulaşımın on yıllar boyunca engellenmiş olması dinin temel öğretileri ve ritüelleri konusunda yaygın bir cehalet ortaya çıkardı, ki bu durum radikal hareketlerin mevcut boşluğu kendi anlayışları doğrultusunda doldurma ve dini değerlerin manipülasyonu açısından son derece uygun bir zemin yaratıyordu..
Bununla birlikte, hayatiyetini Sovyet dönemi boyunca devam ettirebilen ve sosyal ilişkilerin düzenlenmesinde ciddi bir işleve sahip geleneksel kültürel değerler, Sovyet sonrası ortam içinde ortaya çıkan milli ve İslami canlanmada başat bir rol oynadı. Dinle iç içe geçmiş bu tür değerler, Sovyetler’in çözülüş sürecinde uzun süredir “hakim ulus” olan Ruslar karşısında kendilerini ikinci sınıf vatandaş hisseden/hissettirilen Orta Asya’nın Müslüman halkları açısından ulusal özgüveni besleyen ana kaynak olarak hizmet etti. Bu süreçte ulusal kimliğin kültürel ve moral düzeyde bir parçası olarak İslam yeniden keşfedildi.
Sosyalizmin geniş kitleler gözünde geçerliliğini yitirmesi karşısında oluşan ideolojik boşluk hızla İslami vurgunun yüksek olduğu bir milliyetçilik ile doldu. Türkistan’ın İslam tarihi içinde kültür ve uygarlık bağlamındaki güçlü yeri ve Orta Asya halkları için büyük bir uygarlığın kurucu isimlerine sahip olma algısı bölgede İslam’a olan ilgiyi daha da perçinledi. İslami canlanma, bu dönemde daha ziyade politik karakter içermeyen bir özellik arz etmekteydi, sosyal bir hareketlilik karakteri gösteriyordu. Temelde kültürel düzeyde popüler İslami bilinci yükseltmeyi ve dini inançlara ve ibadetlere ilişkin bilgi birikimini artırmayı amaçlamaktaydı (Shahrani, 1995: 285-286).
Dini eğitim ve faaliyetleri tek elde toplamaya yönelik resmi girişimlere rağmen, yeni cumhuriyetlerin ilk yıllarında görece özgür ortam içinde resmi olmayan bağımsız faaliyetler bölge genelinde hızla yayıldı. 1993’e gelinceye kadar yalnızca Özbekistan’da 5000’e yakın resmi olmayan dini okul açıldı (Haghayeghi, 1995: 159). Dini eğitimin yaygınlaşmasına paralel olarak, sosyal hayat içinde dinin görünürlüğü de artmaya başladı. Özellikle, Sovyet döneminde bile dini ve kültürel kimliğini koruyabilen Fergana Vadisi’nde toplumsal bazda bir “dinselleşme” eğilimi olanca çarpıcılığı ile açığa çıktı. Nitekim, 1993’de yapılan bir anket çalışması düzenli ibadet edenlerin oranını Andican’da % 75, Namangan’da % 47 olarak göstermekteydi (Lubin, 1995: 57). Orta Asya nüfusunun yaklaşık % 20’sini oluşturan ve Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan arasında son derece jeostratejik bir konuma sahip olan bu vadi, ilerleyen yıllarda sosyal, politik ve radikal her türden İslami hareketin beşiği konumuna geldi.
İslam’a olan ilginin toplumsal düzeyde artışı, beraberinde bölgedeki politik yapılanmaların ideolojik duruşu ve söylemi üzerinde de önemli bir etki doğurdu. Laik ve milliyetçi-demokrat çizgide ortaya çıkan Erk ve Birlik hareketlerinin söylemlerinde din, ulusal kültürün önemli bir unsuru olması noktasında güçlü bir vurguya sahipti. Bölgenin İslami politik ile tanışması 1980’lerde Afganistan Savaşı sırasında yüzlerce Özbek ve Tacik’in Afgan mücahitlerine katılmak için gizli yollarla Pakistan’a gitmesi sonrasında gerçekleşti. Pakistan’da radikal İslam anlayışına sahip Deobandi medreselerinde eğitim gören ve yer yer sıcak çatışmalara katılan Özbek ve Tacikler Afgan Savaşının Orta Asya’da da İslami devrimlerle sonuçlanması hedefindeydi (Rashid, 2002: 44-45). Afganistan Savaşı sonrası ülkelerine dönen bu unsurlar özellikle Fergana Vadisinde İslamın politik kavranışında ciddi rol oynadı. Dahası, eski Sovyet topraklarındaki Müslüman halk arasında ulus-üstü İslamcı bir politik hareket olarak doğan ve Orta Asya’da da, özellikle Özbekistan ve Tacikistan’da hızla örgütlenen İslami Rönesans Partisi bölgedeki mevcut yönetimleri siyasal anlamda tedirgin eden bir güce kavuştu (Zelkina, 1999: 360 & Makhamov, 1994: 201-204).
Halihazırda iktidarda bulunan komünist yönetimler laik yada İslamcı karaktere sahip birbirinden bağımsız olarak ortaya çıkmış muhalefet hareketlerinin giderek toplumsal taban bulduğunu görerek önleyici tedbirlere başvurdu. Tacikistan’da patlak veren iç savaş Mayıs 1992’de komünist yönetimin yıkılması ve yerine içinde demokrat ve İslamcı güçlerin de yer aldığı yeni bir koalisyonun geçmesi ile sonuçlandı. Bu gelişmelerden son derece tedirgin olan Özbekistan yönetimi ülkede tüm muhalif bağımsız partilerle birlikte İslami Rönesans Partisi’ni de Aralık 1993’de kapattı ve - yaygın inanışa göre – parti lideri kaçırılarak öldürüldü. Ayrıca, özellikle Fergana Vadisinde etkin olan ve yaygın desteğe sahip Adolat, Tavba ve İslom Lashkarları gibi yerel bağımsız sosyal gruplar da dağıtıldı ve liderleri tutuklanarak ağır cezalara çarptırıldı (ICG, 2001: 13).
Bu operasyonlar sonunda laik ya da İslamcı karakterdeki muhalefet hareketlerinin önder kadrosunun önemli bir bölümü yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Laik-milliyetçi hareketlerin liderleri Türkiye ve Batı ülkelerinde sürgünde politik yaşamlarına devam ederken, İslamcı hareketlerin lider kadrosu yeniden bir direniş hareketi oluşturabilmek amacıyla Tacikistan, Afganistan ve Pakistan’ı tercih etti. Bu olgu, bütünüyle Orta Asya’daki İslamcı hareketlerin ideolojik ve yöntemsel bazda değişime uğradığı tarihsel kesite işaret etmektedir. Bölgedeki silahlı İslamcı hareketlerle yakın temas, hem bu grupların radikalize olarak militarizmi bir yöntem olarak seçmesine, hem de ideolojik olarak Deobandilik ve Vahhabiliğin etkisi altına girmelerine yol açmıştır. Kuşkusuz, Sovyetler’in çözülüşü sonrası birkaç yıldır görece demokratik ortam içinde Suudi Arabistan, Pakistan ve Türkiye eksenli İslami grupların farklı İslam yorumlarına açık bir ortam mevcuttur, ancak 1993 yılı itibariyle ortaya çıkan durum, yerel İslamcı grupları o ana kadar sınırlı kalan dış etkilere çok açık hale getirmiş ve uzun süredir militarizmi beslemekte olan Deobandilik ve Vahhabiliğin ideolojik nüfuzu altına sokmuştur (Rashid, 22 Kasım 2000). Uluslararasılaşma olgusu bir yönüyle bu hareketleri dış destek açısından güçlendirirken, öte yandan gelişimlerinin sınırlarını da belirleyen bir rol oynamıştır. Orta Doğu ve Güney Asya’da hakim olan bu iki eğilimin Orta Asya’daki İslamcı hareketler üzerindeki etkisi, onları bölgedeki yaygın yerel Sufi İslam anlayışından uzaklaştırmış ve “sokaktaki insan” ile aralarına mesafe koymuştur.
İslami radikalizmin en yoğun yaşandığı yer olarak Özbekistan örneğinde konuyu ele alırsak; 1993 sonrası süreci İslami aktivizme yönelik uygulanan resmi politikalar bağlamında, temelde orta şiddette baskı politikalarının yürürlüğe sokulduğu “1993-1997 arası dönem” ve topyekün mücadelenin uygulandığı “1997’den günümüze kadar olan dönem” olarak ikiye ayırabiliriz. İslamcı hareketler bağlamında ise bu dönemler 1997’ye kadar ideolojik gelişim ve kısmi örgütlenme, 1997 sonrası ise sıklıkla teröre de başvurulan militer bir karakter göstermektedir. Kırgızistan ve Kazakistan ise, biraz da Özbek yetkililerin ısrarlı taleplerinin etkisiyle, 1998 sonrası İslami aktivizmi kontrol altına alma yönünde politikalar geliştirdi, ancak bu politikalar hiçbir zaman Özbekistan’daki ölçülerde topyekün mücadele boyutuna ulaşmadı. Bu politika farklılığı – özellikle Güney Kırgızistan’ın Özbekistan ile benzer dini ve kültürel özelliklere sahip olduğu düşünülecek olursa – terör hareketlerinin neden yalnızca Özbekistan’da ortaya çıktığı ve bölgenin diğer ülkelerine sıçramadığı sorusuna da bir ışık tutmaktadır.
1997’nin kilit yıl olması noktasına geri dönersek; 1997’de Kabil’in Taliban yönetimine geçmesi bölgedeki İslamcı hareketlere yönelik potansiyel tehdit algısını daha da güçlendirdi. Bu noktada Özbekistan’daki İslam Kerimov iktidarını giderek çok daha fazla endişeye sevkeden gelişme, ülke ekonomisinin Sovyet dönemine oranla çok daha kötü olması ve yolsuzlukların sistemin olağan bir parçası haline dönüşmesinin toplumun değişik kesimlerinde doğurduğu rahatsızlık oldu. Laik-milliyetçi muhalefeti gelişmeye fırsat vermeden “boğan” otoriter Kerimov yönetimine karşı muhalefetin tek kaynağı, dağınık ve tutarlı bir siyasi programdan yoksun olmasına rağmen, hızla gelişen İslamcı hareket oldu. Bu süreçte, Özbekistan yönetimi tam bir panik psikolojisi ile, mücadele stratejisini yaşamın tüm alanlarını kapsayacak tarzda genişleterek, İslami aktivizmin her türden görünürlüğünü yok etmeyi hedefleyen bir çerçeveye oturttu.
Aralık 1997’de İslamcı hareketlerin beşiği olarak bilinen Namangan’da dört polisin öldürülmesi ile sonuçlanan arbede bu yeni radikal politikayı tetikleyen ana unsur oldu. Olayın temelde trafik polisleri ile bazı kişiler arasındaki rüşvet anlaşmazlığından çıktığı yaygın olarak kabul görmekle birlikte, Özbek yetkililer olaylardan Vahhabileri sorumlu tuttu (Pannier, Aralık 1997 & Melvin, 2000: 55). Ülke genelinde yürütülen bir kampanya ile binlerce kişi keyfi tutuklamalara maruz kalarak sorgudan geçirildi. Bu çerçevede yüzlerce cami ve medrese Vahhabizm’in odak noktası olduğu gerekçesiyle kapatıldı (Human Rights Watch, 1998). Bazı İslamcı unsurların Afganistan ve Pakistan’daki kamplarda eğitim gördüğü belirtilerek, özellikle Pakistan hükümetinden ülkesindeki bu kampları kapatması sert bir dille istendi (Xalq Sozi, 17 Şubat 1998).
Mayıs 1998’de Din Özgürlüğü Yasası, Parlamento tarafından yenilenerek hükümet kontrolü altında olmayan tüm dini faaliyetler yasaklandı. Yasa, resmi dini kuruluşlar dışında yapılan din öğretimini ve dini yayıncılığı suç kapsamına aldı. Ayrıca, hükümet camilerde ezan okunmasını yasaklayan ve eğitimin her düzeyinde dini konuları ders müfredatından çıkaran bir kararname yayınladı (Xalq Sozi, 19 Mayıs 1998). Resmi olmayan camileri kapatma süreci hızla devam ederek 1997’de 10.000 civarındaki cami sayısı günümüzde 2.500 düzeyine indi. Bu süreç içinde, resmi yetkililer, Human Rights Watch’ın yerinde ifadesiyle “suç niyeti taşıyan ile yalnızca camiye devam etmekte olan ortalama Müslümanları aynı kefeye koyan” bir yaklaşımla kitlesel düzeyde bir “cadı avı” başlattı ve binlerce kişi sorgu ve işkenceden geçirilerek, üniversiteden ya da işten atılmadan uzun hapishane cezalarına kadar değişik müeyyidelerle karşılaştı (Human Rights Watch, 1998).
Bu durum “Birinci Kuşak Terör Dalgası” olarak nitelendireceğimiz ve 11 Eylül 2001’e kadar devam ederek, bölgedeki yönetimleri sarsan örgütlü militer yapılanmaların başlangıç zeminini oluşturdu. Kitlesel düzeydeki yargısız infaz kampanyası yaklaşık 1500 kişinin aileleriyle birlikte Güney Kırgızistan üzerinden Doğu Tacikistan’a kaçışı ve böylece sorunu bölgeselleştirerek İslamcı grupların radikalleşmesi ve terörize olması ile sonuçlandı (Pannier, Ağustos 1999).
Yolların Ayrımında Terör ya da Radikalizmin Şiddete Dönüşümü: Birinci Kuşak Terör Dalgası
İslamcı hareketlere yönelik “savaş”, Özbekistan’dan Kırgızistan ve Kazakistan’a da yayıldı ve Mayıs 1998’de bölge liderleri İslamcı grupların faaliyetlerini önlemeye yönelik bir anlaşma imzaladı. Ancak, bu bölgesel ittifak yalnızca, İslamcı muhalefetin önemli bir kesiminin ulusaşırı kompozisyonlu ciddi bir terörist harekete evrilmesini sağladı.
Bu süreçte, o ana kadar dağınık halde faal olan küçük İslami grupların bir şemsiye altında birleşmesi ile Özbekistan’ın yanı sıra, komşu ülkelerin de güvenliğini tehdit edecek olan Özbekistan İslami Hareketi (ÖİH) militer ve politik bir güç olarak sahneye çıktı. ÖİH’in kuruluşunda iki temel figür önemli rol oynadı. Afganistan’da Sovyet ordusunda savaşmış eski bir asker olan Cuma Namangani ile bölgedeki İslami aktivitelerde öne çıkmış bir isim olan Tahir Yoldaşev ÖİH’i birlikte kurdular ve örgüt liderliğini paylaştılar. Örgütün ana amacı Kerimov rejimini silahlı mücadele yoluyla yıkmak ve yerine İslami bir devlet kurmaktı. ÖİH ilk olarak 16 Şubat 1999’da İslam Kerimov’a yönelik gerçekleştirilen ve 16 kişinin ölümü ile neticelenen suikast girişimi ile gündeme geldi. Özbek yetkilileri ülkedeki tüm muhalif grupları suçlayarak, Erk ve Birlik gibi milliyetçi-laik hareketlerin önde gelen figürlerinin yanısıra ÖİH’in lider kadrosunu da olayın sorumlusu olarak gösterdi (Uzbekistan Daily Digest, 20 Kasım 2000). Olayların son derece profesyonel ve organize olarak gerçekleştirilmiş olması birçok senaryonun üretilmesine yol açtı. Bombalamaların muhalefeti sindirmek amacıyla bizatihi Kerimov tarafından gerçekleştirildiği iddiasından Rusya’nın bölgede etkisini artırmak amacıyla Kerimov’a suikast teşebbüsünde bulunduğuna kadar değişik senaryolar ileri sürüldü. Ancak en yaygın kabul edilen görüş, rejim içinde Kerimov’un politikalarının ülkeyi yıkıma götürdüğünü düşünen Kerimov karşıtı klanın güvenlik güçleri içindeki unsurlarıyla radikal İslamcı gruplara sızarak suikast teşebbüsünde bulunduğu ancak başarısız olunca suçun muhalefete yüklendiği yönündedir (Rashid, 2002: 150-151).
Ağustos 1999’da grup Güney Kırgızistan’daki Batken bölgesini işgal ederek bölgede bulunan dört Japon jeolog ve üç Kırgız polisi kaçırdı ve Özbek yetkililerinden hapishanelerdeki politik mahkumları serbest bırakmaları talebinde bulundu (Pannier, Ağustos 1999). Kırgız ve Özbek güvenlik güçlerinin ortak operasyonu sonucu grup bölgeden çıkarıldı ancak bu yalnızca hareketin daha da radikalleşmesine yol açtı. Ertesi yıla kadar hazırlıklarını tamamlayan ÖİH militanları yaz aylarında Fergana Vadisine birkaç koldan sızarak Kırgızistan ve Özbekistan’da askerlerle çatışmaya girdiler. Bu çatışmalarda 100’den fazla asker öldürüldü. Hatta grup Taşkent’e 60 mil yakınlıktaki bölgede bile çatışmalara girebilecek denli ülke içinde konumlandı (New York Times, 3 Mayıs 2001). Tacikistan ve Kırgızistan üzerinden sık sık Özbekistan’a sızan ve ülke içindeki sempatizanları ile kontağa geçerek olası büyük çaplı bir operasyonun hazırlıklarını yapan ÖİH militanları 11 Eylül 2001’e kadar bölgedeki güvenlik güçleri ile yer yer sıcak çatışma içine de girdiler.
ÖİH’in operasyonel biriminin başında olan Namangani önceleri Tacikistan’da konumlanmaktaydı. Özbek hükümetinin baskıları sonucu Tacik hükümeti koalisyon ortağı olan İslami Rönesans Partisi yetkilileri aracılığıyla Namangani’yi ülkeden ayrılması yönünde ikna etti. Namangani militanlarıyla birlikte Afganistan’a giderek Özbek nüfusun yoğun olarak yaşadığı ve stratejik bir konuma sahip Mezar-ı Şerif e yerleşti. Taliban ÖİH’in burada silahlı kamp kurmasına ve Kabil ve Kandahar’da politik ofis açmasına izin verdi. Böylece ÖİH Özbekistan’a yönelik silahlı operasyonlarını yürütebilecek, karşılığında da Taliban ile birlikte Şah Mesud’a karşı mücadele edecekti (Rashid, 2002: 164-165). Grup büyük bir saldırı hazırlığı içindeyken yaşanan 11 Eylül olayı bölgenin militer resmini önemli ölçüde değiştirdi.
İstihbarat kayıtlarına göre ÖİH militanlarının 11 Eylül öncesi El Kaide ile irtibatlı kamplarda askeri ve ideolojik eğitim aldığı ve Üsame Bin Ladin tarafından finansal açıdan desteklendiği ifade edildi. Ayrıca yerel istihbarat servisleri de grubun operasyonlarını finanse etmek amacıyla Afganistan ve Orta Asya arasındaki uyuşturucu trafiğini kontrol ettiğini iddia etti (Pravda, 30 Mayıs 2001). ABD, ÖİH’i El Kaide ile bağlantısı ve bölgeyi istikrarsızlaştıran silahlı faaliyetleri nedeniyle terör örgütleri listesine dahil etti.
ÖİH’in örgütsel gücü ve Özbek hükümeti başta olmak üzere, bölge yönetimlerine yönelik oluşturduğu tehdidin ciddiyeti konusu tartışmalıdır. Faal militan sayısı konusunda birkaç yüzden, birkaç bine kadar değişik tahminlerde bulunulmaktadır. Aktif militanların yanısıra olası bir kalkışmada ÖİH militanlarına katılacak şu an için “uykuda” binlerce sempatizana sahip olduğu görüşü yaygın olarak kabul edilmektedir (Rashid, 14 Ocak 2002). Örgüt, Özbek yönetiminin her türden dini aktiviteyi tehdit kabul eden algısı ve uygulamaları nedeniyle dinsel duyarlılığı yüksek kesimlerde oluşan rahatsızlığı manipüle etmeyi başarmış, hatta toplumun geniş kesimleri tarafından sevilmesine rağmen Kerimov tarafından görevinden alınmış eski müftü Muhammed Sadık’ı bile saflarına çekmeye çalışmıştır (Rotar, 8 Temmuz 2002).
Ancak, ÖİH’in hızla büyüyen gücü, 11 Eylül sonrası, özellikle grubun liderlerinden Cuma Namangani’nin ABD’nin Afganistan saldırıları sırasında öldürülüşü, Tahir Yoldaşev’in de kaçmak zorunda kalışı ile neredeyse yok olma düzeyine gerileyerek erimiş ve örgüt olarak gerek Özbekistan, gerekse bölge açısından tehdit olmaktan çıkmıştır. Bununla birlikte Kerimov yönetimi ÖİH tehdidi ve 11 Eylül sonrası oluşan politik iklimi beceriyle kullanarak, Özbekistan’ı siyasal özgürlüklerin tümüyle ortadan kaldırıldığı daimi bir olağanüstü hal durumuna sokmuştur. İslam Kerimov, ABD ve AGİT’in gerçek bir seçim imkanı tanınmadığı gerekçesiyle gözlemci göndermeyi reddettiği ani ve göstermelik bir referandum sonucu Ocak 2002’de cumhurbaşkanlığını beş yıl daha uzattı (Bukharbaeva, 2 Şubat 2002).
11 Eylül sonrası ÖİH’in çözülüşü ve “İkinci Kuşak Terör Dalgası” olarak nitelendirebileceğimiz örgütsüz dağınık grupların gerçekleştirdiği ÖİH ardıllarının eylemlerine geçmeden önce, silahlı bir yönteme karşı olmakla birlikte etkinliği ve toplumsal desteği açısından ÖİH’den çok daha güçlü olan Hizb-ut Tahrir (HT) üzerinden durmak yararlı olacaktır.
HT orijin olarak Orta Asya kökenli olmayıp, 1952’de Ürdün’de Taqi al-Din al-Nabhani tarafından politik parti olarak kurulan bir örgüttür. Dönemindeki diğer İslami hareketlerden farklı olarak, modern politik partilerin karakteristik özelliklerini göstermekte, kitlelerin eğiticisi olarak partiye misyon biçmesi ve profesyonel devrimcilerden oluşan bir elit grup nosyonuna sahip olması ile Leninist özellikler taşımaktaydı. Sosyalist ve milliyetçi hareketlerden yoğun olarak etkilenmiş bir örgüt olarak sömürgeciliğe karşı yerli dinamikleri harekete geçirip Halifeliği yeniden ihya ederek global bir İslam devleti kurulması idealini savunmaktaydı. HT 1960’larda Orta Doğu da birçok ülkede gelişerek taban bulmasına karşın etkisi Müslüman Kardeşler gibi hareketlerle kıyaslandığında oldukça sınırlı kaldı. Ancak asıl gelişimi, Körfez Savaşı sonrası İslam Dünyası ile Batı arasında geriliminin giderek arttığı 1990’larda görüldü (Taji-Farouki, 1996). Sovyet sonrası dönemde Orta Asya’da oluşan ideolojik boşluk ortamını en iyi değerlendiren örgüt olarak hızla yayıldı. Bölge insanı HT’nin görüşleriyle ilk kez 1970’lerde Taşkent’deki üniversitelerde okumakta olan Ürdün ve Filistinli öğrenciler yoluyla karşılaşmış olmasına rağmen dönemin özelliği nedeniyle etkisi son derece sınırlı kaldı. HT’nin bölgedeki “ikinci dalga etkinliği” 1992’de başladı ve özellikle 1995’de bölgeye gelen Ürdünlü aktivistlerin Fergana Vadisi’ndeki çalışmaları ile kısa sürede yayılarak Kırgızistan, Tacikistan ve Kazakistan’a da ulaştı (Baran, 2005: 77).
Hizb-ut Tahrir, ÖİH ile benzer amaçlar taşımasına rağmen, strateji, metot ve yaklaşımlar açısından oldukça farklı bir yapılanmadır. ÖİH gibi HT’de Özbek yönetimini yıkarak yerine radikal bir İslam devleti kurmayı amaçlamaktadır. Fakat iki noktada ÖİH’den ayrılmaktadır. Örgüt şiddete karşı stratejisini, kendi ifadeleriyle “barışçıl cihat” olarak tanımladıkları bir çerçevede, ideolojilerini savaşla değil “sözlü tebliğ” ile yaymaya dayandırmaktadır. ÖİH militanlarını “ekstremist” olarak suçlayarak “Kerimov’un kafir rejimi tarafından beyinleri yıkanmış olsa bile bir müslümanın diğer müslümana ateş açmasının kabul edilemeyeceğini” belirtmekte, bu nedenle ÖİH’i silahlı mücadeleyi bırakmaları noktasında ikna etmek için görüşmeler yaptıklarını iddia etmektedirler (Rashid, 22 Kasım 2000).
HT’nin ÖİH’den ikinci farkı HT’in yerel bir fenomen olmayıp ulusaşırı bir örgütlenme olduğudur. HT hedefini yalnızca Özbekistan yada Orta Asya ile sınırlamamakta, halifelik formu altında global bir İslam devleti kurarak dünya üzerindeki tüm Müslümanları birleştirmeyi amaçlamaktadır. Bu açıdan, Orta Asya, dünya üzerinde milyonlarca bağlısı olan organizasyonun yalnızca bir “vilayet”ini oluşturmaktadır. HT, başta Pakistan, Mısır ve Kuzey Afrika ülkeleri olmak üzere birçok Müslüman ülkede ve ayrıca Avrupa’daki Müslüman diasporada özellikle gençler arasında oldukça etkili bir hareket özelliği göstermektedir (Baran, 2005: 34-43 & ICG, 2003: 10-13). HT 2001’den sonra Orta Asya’da ülkeler arasındaki farkları gözeterek örgütlenmesini yenileyerek bölgeyi Özbekistan ve Kırgızistan olarak iki “vilayet”e ayırmaya karar verdi (Rotar, 26 Nisan 2001).
Bölge ülkeleri ÖİH’i silahlı bir hareket olması nedeniyle yakın ve açık tehdit kapsamında değerlendirmekle birlikte, HT’i bölgede çok daha fazla desteği olması açısından birincil tehdit olarak konumlandırmaktadırlar. Yalnızca Özbekistan’da 4000 civarında HT aktivisti hapishanelerdedir, ayrıca özellikle son üç yıldır Kırgızistan, Kazakistan ve özellikle de Tacikistan’da da yüzlerce HT aktivistinin tutuklanarak hapse konulduğu gözlenmektedir. Bölgedeki HT liderleri yalnızca Özbekistan’da en az 80.000 bağlılarının olduğunu iddia etmektedirler (Khatchadourian, 21 Haziran 2002). Bu rakam etkinlikleri göz önüne alınırsa – en azından sempatizan düzeyinde - oldukça makul görünmekle birlikte hareket bölgedeki tüm ülkelerde yasaklandığı ve yeraltında faaliyet gösterdiği için gerçek rakama ilişkin bir bilgi sunabilme imkanı yoktur. HT konusunda yetkin çalışmaları ile tanınan Zeyno Baran ABD istihbarat kaynaklarına dayanarak HT bağlısı olarak Özbekistan’da 7.000 ile 60.000 arası farklı rivayetleri anmakta, Kırgızistan ve Tacikistan’da her ülke için 3.000-5.000 arası, Kazakistan’da ise 300 civarı HT bağlısının varlığını öne sürmektedir (Baran, 2005: 78) . Öte yandan, bu tahmini rakamlar HT’nin bölgedeki etkinliği konusunda yeterince aydınlatıcı değildir. HT’nin etkisi yalnızca bağlıları ile sınırlı kalmamakta, bölge yönetimlerinin örgütün üzerine şiddetle gitmesi nedeniyle HT aktivitelerinde yer almaktan çekinen ancak görüşlerine sempatiyle yaklaşan daha geniş bir kitleye ulaşmaktadır. HT’ye yönelik ilginin altında sosyal statü kaybı, geleceğe yönelik güvensizlik, insanların yaşamlarını derinden etkileyen sosyal değişim karşısında tutunma ihtiyacı gibi bir çok psikolojik neden yatmaktadır. Sovyet sisteminin sağladığı istikrar ve güvence Sovyet sonrasındaki güvensiz ortam ile çelişki arz etmekte, özellikle genç nüfus hayatta yollarının rüşvet, yozlaşma ve nepotizmin hakim olduğu bir “sistem” tarafından tıkandığını düşünmektedir. HT’nin “yozlaşmış sistem”e yönelik eleştirileri ve politik çözüm olarak önerdiği “adil bir Halifenin hikmetli yönetimi” anlayışı bölgenin politik kültürüne de uymaktadır. Adil ve hakkaniyetli yönetici baba figürüne olan özlem, HT’nin kuralların önceden belirlendiği bir düzen ve Tanrı kuralları temelinde adaletle hükmeden bir otorite anlayışında karşılık bulmaktadır (ICG, 2003: 14-17).
HT son derece gizli bir hücre sistemi çerçevesinde çalışmaktadır. Organizasyon her biri beş kişiden oluşan binlerce hücreye bölünmüştür ve özellikle kendilerine yönelik baskının yoğun olduğu ülkelerde hücreler arasında iletişim neredeyse sıfıra yakındır. Bu nedenle güvenlik güçleri açısından HT aktivitelerini takip ederek hareketi çözmek güç olmaktadır (Rotar, 26 Nisan 2001).
Yukarıdaki metin Doç. Dr. İhsan BAL'ın
'Terörizm' adlı kitabından alınmıştır. eserin tamamını
temin etmek için 0312 212 28 86-87'yi arayabilirsiniz. Kaynak: http://www.usakgundem.com/makale.php?id=274
|
|
|